8 Şubat 2012 Çarşamba

The Tree of Life: 2011 Yılının En Büyük Tartışması

   Geldik yılın olaylı filmine. The Tree of Life ile ilgili tartışmalar filmin gösterime girdiği günden beri sürüyor. Terrence Malick tam anlamıyla ikiye böldü sinema dünyasını. ''Film bile değil.'' diyen de var, '' Hayatımın filmi.'' diyen de. Ama filmin üzerine bu kadar çok konuşulmasının en önemli sebepleri sanırım Cannes'dan Altın Palmiyeyle dönmesi ve yönetmen Malick'in sinema geçmişi.

   Malick ''The Thin Red Line'' ile birçok sinemaseverin tanıdığı bir yönetmendir sanırım. O da ''Sık film yapmayım, bir tane yapayım tam yapayım.'' ekolünden. The Tree of Life da yanılmıyorsam 25-30 yıllık bir projeymiş zaten. E hem önceki filmlerine olan sempatimizden, hem de Cannes da aldığı ödüle güvenimizden çıtayı yükseğe koyduk biz de. Peki neyle karşılaştık? Olağanüstü sinematografi, kötü anlatı. Evrim, varoluş, tanrı, din, baba, oğul; yaşama dair hemen hemen her şeyin üzerinden geçmeye, bir şeyler söylemeye çalışmış Malick. Özellikle çocuğun kafasında yaşadığı anne-baba rekabeti, otoriter baba korkusu, babasıyla arasındaki mesafenin adım adım sevgiden nefrete dönüşüşü ve daha sonra yeniden birbirlerine yakınlaşmaları... Hepsi insana dair güzel tahliller, hikayenin kayda değer yanlarıydı. Özellikle Jessica Chastain'in canlandırdığı karakterin erkek egemen ailede kadının yalnızlığını mükemmel yansıttığını söylemek lazım. Hikaye bu yanlarıyla şahane ve yönetmenin söylemek istediği genel ifadelere hizmet ediyor. Ama keşke bunu biraz daha sade başarabilselermiş. Çünkü film gereksiz tekrarla, hikayenin akıcıklıktan uzaklığıyla ve tahmin edilebilirliğiyle tam bir kasvete dönüşmüş. Beni kasvete sürükleyen ilk 45-50 dakikadaki müthiş görüntüler, o görüntülerle anlatılmak istenen vs.. değil. Hikayeyi yavanlaştıran aşırı durağanlık...  Yani izlerken eğer ortalama bir sinema izleyicisiyseniz, henüz ilk saatin sonlarında yönetmenin ne demek istediğine, filmin nereye gittiğine, konunun nerede biteceğine uyanıyorsunuz. E dolayısıyla kalan kısım derin derin nefes almakla geçiyor. The Girl with the Dragon Tatoo için yazdığım yazıda filmin sigarayı bıraktığımdan dolayı yaşadığım sıkıntıyı ikiye katladığından bahsetmiş, David Fincher'a lanet okumuştum. The Tree of Life'ı izleyince Fincher'a haksızlık ettiğimi anladım. Bir de Sean Penn falan gereksiz lüks olmuş abi. Dünyanın parasını vermişlerdir bile, oynatmamışlar bile adamı. Evet düz adamım, eheh.

   Bu kadar kötü anlatılan bir hikayeyi, filmi tartışmalı kılabilecek kadar yukarı taşıyan faktör neydi peki? Kusursuz sinematografi. Malick, Hollywood'un en iyi görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ile çalışarak çok doğru bir iş yapmış. Zaten daha önce Lubezki ile çalışıp pişman olan yönetmen yoktur sanırım. Filmi en sert eleştirenlerin bile inkar edemediği bir görsel şölenle karşı karşıyaydık 139 dakika boyunca. Eheh şunu da söylemek lazım 3-4 saat arası bir iş çıkmış ortaya ama kırpa kırpa 139 dakikaya indirebilmişler. Bir de kırpmasalardı izlerken ölürdük herhalde.

 Film her ne kadar tanrıdır, doğadır, çiçektir, böcektir kendi içinde aşmış bir tavrın filmi olsa da dünya malından, ödüllerden bahsetmek lazım biraz. Cannes'da Altın Palmiye alması kesinlikle komedi. Hele hele Bir Zamanlar Anadolu'da, Le Gamin Au Vélo, Melancholia gibi filmleri izleme fırsatı bulmuş bir jüri tarafından seçildiğini düşünürsek. Oscar için ise 3 dalda aday.  En iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi sinematografi gibi önemli ödülleri kovalayacaklar. En iyi sinematografi ödülünü %100 haketmekle birlikte, diğer adaylıklarda şanslarının çok çok az olduğunu söylemek lazım. Biraz daha sade, biraz daha gereksiz tekrardan uzak, daha az yorucu bir film Oscar için çok ciddi bir aday olabilirdi. Gerçi adam Altın Palmiye'yi götürmüş, Oscar zkimde mi? diyebilir. Ama her şeyden öte; keşke The Thin Red Line ile kazandığı sempatiyi, şu filmle yitirmeseymiş. Kendim için söylemiyorum, benim gibi düşünenleri sayısı çok olduğu için. Bak bu yazı da film gibi, son 2 dakikadır hiçbir şey söylememesine rağmen bitmek bilmedi. Koyalım noktayı artık.

6 Şubat 2012 Pazartesi

The Help: Açılın Tate Taylor Geliyor!

  Geçen sene Winter's Bone ile Akademi Ödüllerinde ''En İyi Film'' dalında ödül kovalayan Tate Taylor, bu kez şansını The Help ile deniyor. Yönetmenin gelişimi umut verici.

   ''The Help'' aynı isimli kitabın uyarlaması değil de, kitabın yazılış hikayesi denebilir. Film de yaz aylarında ABD'de gişe başarısıyla adından çok söz ettirmişti.

    Filmin kurgusu, olayları anlatışı biraz klasik, belki biraz da klişe Amerikan tarzını yansıtıyor. Fakat bu kadar ''Amerikalı'' bir hikaye için bu durum pek rahatsız edici olmuyor açıkçası. 60'ların ''beyaz'' Amerikasında, siyahlığın hala toplumsal bir sınıf olduğu günlerde geçiyor hikaye. Aibilen Clark(Viola Davis) ve Minny Jackson(Octavia Spencer) isimli 2 hizmetçi baş karakter üzerinden ilerliyor film. Onlar o günün bir siyah için zor şartlarıyla boğuşup, yaşamlarını devam ettirmeye çalışmakla meşgulken, yakından tanıdıkları Skeet Phelan ( Emma Stone) bölgede yaşayan siyah insanların ırkçılığa dair tüm çirkin anılarını kitaplaştırmak istiyor ve konuyu önce Aibilen'e açıyor. Kadınlar başta korkularını yenemeseler de, daha sonra ikna oluyorlar ve filmin devamını ''Yürüyün be goçlar.'' naralarıyla izliyorsunuz. Neyse herhangi bir filmle ilgili bir şeyler yazarken konusundan bahsetmekten hoşlanmıyorum fazla. İzleyin, görün devamını...



 Oyunculardan bahsetmek lazım biraz. Filmin başarısının en büyük pay sahipleri onlar çünkü. Nitekim Viola Davis ''En İyi Kadın Oyuncu'', Octavia Spencer ve Jessica Chastain ''En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu'' dallarında adaylar. Kadın oyuncu ödüllerinde 3 adaylık birden alarak hakettikleri övgüyü Akademiden almış gibi görünüyorlar. Üstelik Viola Davis ve Octavia Spencer'ın ödülleri de cepte gibi. Peki Viola Davis bir sürpriz mi? Tabiki hayır. ''Nereden çıktı la bu kadın? İyiymiş haa.'' diyenlere 2008 yapımı John Patrick Shanley filmi ''Doubt''ı hatırlatmak lazım. 47 yaşındaki oyuncunun o zamanlar da birçok ödül için adı geçmiş ve birkaçını kazanabilmişti. Fakat bu kez Aibilin karakterini klişe tabirle üzerine bir giysi gibi giymiş yetenekli oyuncu. Ha öyle efsane, unutulmaz bir performans falan değil bence açıkçası. Mesela geçen seneki Natalie Portman etkisini uyandırmadı bünyede. Ama çıtanın oldukça düşük olduğu 2012 Oscarları için de gayet yeterli bir performans gibiydi Aibilin.

 Gelelim Golden Globe'dan sonra gözünü Oscar'a diken Octavia Spencer'a. İşi biraz kolaymış açıkçası, oyuncuyu yakından takip edenler karakterinin Minny Jackson ile ne kadar benzeştiğini inkar etmezler herhalde. Spencer da yılların tecrübesiyle avantajı şahane kullanmış ve izleyeni fazlasıyla tatmin edecek bir performans çıkmış ortaya. Fakat onun da Viola Davis gibi çıtanın düşüklüğünden dolayı kazanacağını söylemek lazım. Haksızlık mı ediyorum? Yok yok etmiyorum.


    Tate Taylor'dan bahsetmek lazım biraz. Çünkü film hakkında konuşulanlar arasında en az ismi geçen kişi. Geçen sene Winter's Bone'dan tiksinmiştim açıkçası, hiç sevmemiştim filmi. Tam bir kötü yönetmenlik işiydi. Hatırlıyorum ilk ciddi filmi diyenler vardı Winter's Bone için. Bence bu film olmuş ilk ''ciddi'' filmi. Winter's Bone'un aksine bir yönetmen dokunuşu, bir anlatıcı yorumu görebildik The Help'in işleyişinde. Yazının başında belirttiğim gibi artık sıkıldığımız bazı Amerikan sinema geleneklerine sadık kalmış, ama böylesine bir hikayeyi anlatırken yine bir Amerikan geleneği olan ajitasyonu ıskalayarak da umut verdi bence. Hayranı falan olmadık 2 dakikada, ama takipteyiz bundan sonra. Bakalım, hayırlısı... Son olarak şunu yazmak istiyorum, yazı boyunca yazmamışım; Geçen sene ''Black Swan'' neyse, bu sene bu film benim için odur. Ödülü alacak The Artist'den çok daha fazla ısındım, çok daha keyifle izledim. The Artist'e dezavantajı, hikayenin o filmdeki kadar derli toplu olmayışı. Ama yerim zaten o filmin hikayesini, öyle bir yapımı ''Parlak bir fikir.'', ''Bir cesaret örneği.'' falan diye nitelediklerinden o ödül gidecek The Artist'e. Neyse uzatmayım ''The Artist'' yazısında bahsederim bunlardan.

5 Şubat 2012 Pazar

The Girl with the Dragon Tattoo: Ne Anladım Bu İşten?

   The Girl with the Dragon Tattoo(orjinali: Män som hatar kvinnor) önce roman serisiyle(Millennium), daha sonra filmleriyle çok popüler son yıllarda bilenler bilir. Üçlemenin yaratıcısı İsveçli yazar Stieg Larsson, romanları yazarken acaba aklına gelmiş midir, üzerinden 39583 kişinin ekmek yiyeceği. 


  Daha önce İsveç yapımı orta seviye filmini izleyip, ''hmm ok.'' dediğim hikayenin bu kez David Fincher tarafından işleneceğini öğrenince heyecanlanmıştım biraz. O kadar işin gücün arasında bu işe kolları sıvadığına göre bir bildiği vardır, iyi bir şeyler çıkaracak karşımıza diye düşünmüştüm. Yanılmışım...




 Düşünün beyler, bir remakein başına oturmuşsunuz, tam 2 saat 38 dakika... Daha önce 2 defa izlediğiniz, ama öyle bayıla bayıla izlemediğiniz, aman aman sevmediğiniz bir serinin remakei.. Oturuyorsunuz o 2 saat 38 dakikanızı filmle geçiriyorsunuz ve film bittikten sonra şu soruya cevap veremiyorsunuz: '' İsveç yapımı filmle arasındaki 7 fark ne ki bunun?'' 


 Lan sigarayı bırakmamın 2. gününde, başım deli gibi çatlarken yapılacak şey miydi bu? Neyse film hakkında 2 kelam edelim biraz. Öncelikli eleştirim kesinlikle filmde bir ''David Fincher sineması'' farkı göremeyişimiz. Birkaç yerde(özellikle finalinde) eklediği yorum farkını falan es geçiyorum sanılmasın. Fakat anlatımı, olayların işleyiş hızı, çözüm, düğüm kısımları vs.. biraz daha birbirine karışır Fincher'ın elinde diye tahmin ediyordum. Fakat Fincher merhum yazar Larsson'a saygıda kusur etmeyim derken bir remake için vasat bir film çıkarmış ortaya. 


 Filmin başrolünde Fincher'ın daha önce ''The Social Network'' de de beraber çalıştığı Rooney Mara var. Film adına yapılan bütün olumlu eleştiriler kendisiyle ilgili zaten. Daha önce Lisbeth'e can veren Noomi Rapace'nin 1, hatta 2 adım önündeydi kesinlikle. Zaten gösterdiği gelişim Akademi tarafından da dikkate alınmış olacak ki, En İyi Kadın Oyuncu dalında bir adaylık geldi bile. Fakat Oscar için biraz erken gibi, Viola Davis gibi güçlü bir rakiple yarışıyor çünkü. Olsun önemli olan basamak atlamaktı zaten kendisi için, Lisbeth fırsatını da fazlasıyla iyi değerlendirmiş. Nam-ı diğer Bond abimiz Daniel Craig de idare etmiş. Kötü denemez, ama çok çok özel bir performans da koymamış ortaya.


 Onun dışında  Fincher'ın görüntü teknolojisine ve bu kadar karanlık bir filmi bile 2.5 saat izlenilir kılabilecek sinematografisine diyecek yok. Bu yüzden o kadar da pişman değilim aslında, seviyorum Fincher filmleri izlemeyi.     Çok yorucu olabilecek bir hikayeyi iyi kıvırmışlar denebilir. Kız ve gazetecinin yolları kesişmeden öncesine kadar yaşananları ''e hadi be amk, karşılaşsınlar artık.'' diyerek izletmedi. Seyirciyi yormadan atıldı karakterlerin, hikayenin düğümleri ve fazla sündürülmeden açıklandı çözüm kısmı. Ama bu övgülerin de büyük kısmı serinin yazarı Steig Larsson'a gitmeli sanırım. Çünkü önceki filmin de anlatım tarzı hoşuma gitmişti ve o filmin yönetmeni Niels Arden Opley'in romana fazla bir yorum katmadığı söyleniyordu. E Fincher'ınki de öbür filmin copy pastesi olduğuna göre maharet yine Steig Larsson'da galiba. Buraya kadar okuyup da '''Hasta mısın amk, ne takmışsın remake mevzusuna?'' diyenler olabilir. Takarım abi, David Fincher yiyorsa bu bokları takarım. Sigarasızım zaten sinir tepemde... Neyse.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Codayi-i Nadir Ez Simin: 0 Hata Bir Farhadi Şaheseri

Yazı ağır spoiler içerir. Filmi henüz izlememiş arkadaşların okumasını önermiyorum. İzleyin lan filmi de, adamı hasta etmeyin.




  1 sene oluyor ''A Separation'' fırtınası kopalı. Ben normalde hemen atlıyorum Avrupa'da yarışacak festival filmlerinin üzerine, ama bu kez hem ilk günlerde fırsatım olmamıştı, hem de daha sonra biraz daha beklemeyi tercih ettim. Beklemeyi tercih etmemin sebebi filmin klişe eleştirilerle dolu, tipik bir basma kalıp İran eleştirisi olabileceği korkumdu. Çünkü bir Ortadoğu filmi, okyanusun öbür tarafından da bu kadar övgü alıyor, tepelere çıkarılıyorsa tek tip filmlerden biri olmalıdır diye düşünmüştüm. Daha sonra hakkındaki eleştirileri okuyunca yumuşadım ve filmi izleyince önyargılarıma küfrettim.

   İlk olarak Erivan Film Festivali'nden ödülle dönüp, o günden bu yana toplam 44 ödül almış bir filmden bahsediyoruz. Ödül derken yanlış olmasın; Berlin, BAFTA, Golden Globe vb.. sinema dünyasının en prestijli ödüllerini kucakladılar. Oscar'ı da alırlar muhtemelen. Peki bu filmin olayı neydi? Sinematografisine, tekniğine, seyirciyi yormayan, sağlam anlatımına diyecek bir şey yok. Teknik konularda 35762 kere yazıldı, çizildi zaten. Ben biraz filmin ''kafasından'' bahsetme taraftarıyım.

  Film benim için bir ikilemin filmi. Asghar Farhadi'nin ikileminin, zamanında Jafar Panahi'nin ikileminin, İran sinemasının, İran'ın ikileminin filmi. Farhadi bu ikilemi Termeh üzerinden anlatıyor. Şartların kötülüğüne, 'ev' in yaşanmazlığına rağmen evde kalmak mı, yoksa daha olumlu şartlarda yaşayabilmek için 'ev'den ayrılmak mı? Farhadi bu soruya 'evde kalmak' cevabını veren bir İran sinemacısı olarak, bu görüşünü filme de yansıtmış gibi. En azından gitmenin zorluğuna yaptığı vurgu, yönetmenin iç dünyasını da açıklıyor bizlere. Ama Telmeh'in final sahnesinde nereyi seçtiğini göremeyişimiz yönetmenin sadece bu ikileme dikkat çekmek istediği, cevap peşinde koşmadığı gerçeğini de gösteriyor bence.


   Bunun dışında asıl hikayeyi anlatırken, Razieh ve Hodjat karakterleri üzerinden bir başka aile dramını gözler önüne serip, kapalı bir toplumun eleştirisini yapıyor Farhadi. İran sinemasının birçok örneğinin aksine İran'a İran'dan bir bakış geliştirmiş film. Yukarıdan bakmadan, batıya yaranmadan gerçek bir İran tahlilinin ipuçlarını görüyoruz filmde. Film boyunca hiçbir şeyi ajitasyonla, abartıyla anlatmamaya dikkat etmiş Farhadi. Filmin de en önemli özelliği kusursuz ölçüsü zaten.

      Oyunculuklar için ise söyleyecek fazla bir şey yok. Leila Hatami, Peyman Maadi, Sareh Bayat festival festival gezerken gördükleri ilgiden oldukça memnun görünüyorlardı. Hakediyorlar da zaten... Filmdeki performansları da olağanüstüydü. Yönetmen ve oyuncular aynı duyguda buluşup, aynı kafaya girince böyle başarılı performanslar çıkıyor ortaya. Sareh Bayat'ın muhafazakar Razieh karakteri için yaklaşık 6 ay günde 5 vakit namaz kılıp, dini kitaplar okuyarak Razieh'in içine girmeye çalıştığını belirtelim. Başarılı da olmuş. Bir diğer gereksiz bilgi de 'Telmeh' e can veren başarılı oyuncu Sarina Farhadi'nin, Asghar Farhadi'nin kızı olması.

  Sıra Oscarlara geldi, bu yazılara başlama sebebim Oscarlar zaten. Lanet gelesice ödülleri sevmem, yarışan filmlerden genel itibariyle pek hazetmem. Ama sinema takip etmeye çalışan birisi olarak da merakımı yenemiyorum tabi bir yerde. Bir de endüstrinin de nereye gittiğini görebilmek, tahlil etmek lazım. O yüzden Şubat sonunda yapılacak törenlere kadar her gün 1-2 film tahlili girmeye çalışacağım bundan sonra. Codayi-i Nadir Ez Simin ise tartışmasız ''En İyi Yabancı Dilde Film'' ödülünü kucaklayacaktır. Hadi öptüm.