5 Şubat 2012 Pazar

The Girl with the Dragon Tattoo: Ne Anladım Bu İşten?

   The Girl with the Dragon Tattoo(orjinali: Män som hatar kvinnor) önce roman serisiyle(Millennium), daha sonra filmleriyle çok popüler son yıllarda bilenler bilir. Üçlemenin yaratıcısı İsveçli yazar Stieg Larsson, romanları yazarken acaba aklına gelmiş midir, üzerinden 39583 kişinin ekmek yiyeceği. 


  Daha önce İsveç yapımı orta seviye filmini izleyip, ''hmm ok.'' dediğim hikayenin bu kez David Fincher tarafından işleneceğini öğrenince heyecanlanmıştım biraz. O kadar işin gücün arasında bu işe kolları sıvadığına göre bir bildiği vardır, iyi bir şeyler çıkaracak karşımıza diye düşünmüştüm. Yanılmışım...




 Düşünün beyler, bir remakein başına oturmuşsunuz, tam 2 saat 38 dakika... Daha önce 2 defa izlediğiniz, ama öyle bayıla bayıla izlemediğiniz, aman aman sevmediğiniz bir serinin remakei.. Oturuyorsunuz o 2 saat 38 dakikanızı filmle geçiriyorsunuz ve film bittikten sonra şu soruya cevap veremiyorsunuz: '' İsveç yapımı filmle arasındaki 7 fark ne ki bunun?'' 


 Lan sigarayı bırakmamın 2. gününde, başım deli gibi çatlarken yapılacak şey miydi bu? Neyse film hakkında 2 kelam edelim biraz. Öncelikli eleştirim kesinlikle filmde bir ''David Fincher sineması'' farkı göremeyişimiz. Birkaç yerde(özellikle finalinde) eklediği yorum farkını falan es geçiyorum sanılmasın. Fakat anlatımı, olayların işleyiş hızı, çözüm, düğüm kısımları vs.. biraz daha birbirine karışır Fincher'ın elinde diye tahmin ediyordum. Fakat Fincher merhum yazar Larsson'a saygıda kusur etmeyim derken bir remake için vasat bir film çıkarmış ortaya. 


 Filmin başrolünde Fincher'ın daha önce ''The Social Network'' de de beraber çalıştığı Rooney Mara var. Film adına yapılan bütün olumlu eleştiriler kendisiyle ilgili zaten. Daha önce Lisbeth'e can veren Noomi Rapace'nin 1, hatta 2 adım önündeydi kesinlikle. Zaten gösterdiği gelişim Akademi tarafından da dikkate alınmış olacak ki, En İyi Kadın Oyuncu dalında bir adaylık geldi bile. Fakat Oscar için biraz erken gibi, Viola Davis gibi güçlü bir rakiple yarışıyor çünkü. Olsun önemli olan basamak atlamaktı zaten kendisi için, Lisbeth fırsatını da fazlasıyla iyi değerlendirmiş. Nam-ı diğer Bond abimiz Daniel Craig de idare etmiş. Kötü denemez, ama çok çok özel bir performans da koymamış ortaya.


 Onun dışında  Fincher'ın görüntü teknolojisine ve bu kadar karanlık bir filmi bile 2.5 saat izlenilir kılabilecek sinematografisine diyecek yok. Bu yüzden o kadar da pişman değilim aslında, seviyorum Fincher filmleri izlemeyi.     Çok yorucu olabilecek bir hikayeyi iyi kıvırmışlar denebilir. Kız ve gazetecinin yolları kesişmeden öncesine kadar yaşananları ''e hadi be amk, karşılaşsınlar artık.'' diyerek izletmedi. Seyirciyi yormadan atıldı karakterlerin, hikayenin düğümleri ve fazla sündürülmeden açıklandı çözüm kısmı. Ama bu övgülerin de büyük kısmı serinin yazarı Steig Larsson'a gitmeli sanırım. Çünkü önceki filmin de anlatım tarzı hoşuma gitmişti ve o filmin yönetmeni Niels Arden Opley'in romana fazla bir yorum katmadığı söyleniyordu. E Fincher'ınki de öbür filmin copy pastesi olduğuna göre maharet yine Steig Larsson'da galiba. Buraya kadar okuyup da '''Hasta mısın amk, ne takmışsın remake mevzusuna?'' diyenler olabilir. Takarım abi, David Fincher yiyorsa bu bokları takarım. Sigarasızım zaten sinir tepemde... Neyse.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aklına gelen bir şey varsa yaz.