22 Ekim 2011 Cumartesi

Al Pacino ''Venedik Taciri'' ile İstanbul'a Geliyor!

   Haberi aldığım an ne kadar sevindiğimi anlatamam. İzleme fırsatı bulamayacak olsam da, bu tip büyük oyuncuların, önemli eserleri İstanbul'da sahnelemesi çok mutlu ediyor beni. Kevin Spacey'den sonra şimdi sıra Al Pacino'da...

  Ama beni asıl heyecanlandıran William Shakespeare'in ünlü klasiği Venedik Taciri'yle, yani ''Shylock'' karakteriyle geliyor oluşu. Shylock'un bende yeri çok ayrıdır. Yaz döneminde konservatuvar giriş sınavları için Shylock'tan bir tirad hazırlamıştım ve MSÜ'de aşama aldırmıştı bana Shylock. Üzerine çok kafa patlattığım, sahnede ''olmak'' için çok uğraştığım bir karakterdi. Çalışırken Michael Radford'un 2004 yapımı uyarlama filminden de yararlanmıştım. İzleyenler bilirler, o filmde de Shylock karakterini Al Pacino canlandırıyordu. Al Pacino'nun role hazırlanış hikayelerini, yöntemlerini araştırmıştım.

  

  Al Pacino geçen sene başladı bu karaktere tiyatro sahnesinde can vermeye. Az önce öğrendim ki daha önce İtalya, İspanya ve İngiltere'de sahnelemiş. 40 yıl düşünsem gelip İstanbul'da sahneleyeceği aklıma gelmezdi. Haberi bir arkadaşım aracılığıyla alınca, ilk başta inanamadım zaten. İlk heyecanla da haberi buraya geçmek geldi içimden. Gitme imkanı olan birileri okur, gaza gelir belki.

   Michael Radford'un filmini beğenmemiştim pek. Çok sıradan yorumladığını düşünmüştüm eseri. Ama Al Pacino ve Shylock karakteri tek başına 2 gömlek yukarıya çıkartıyordu filmi. Belki çoğu kişinin gidip Al Pacino'yu canlı izleme fırsatı olmayabilir, ama Venedik Taciri mutlaka okunması, üzerine düşünülmesi gereken bir eser.





                                                                                                                                        -Alper-
                                                                                                                  http://twitter.com/#!/alperbeker

21 Ekim 2011 Cuma

Deniz Feneri Komedisi


 Deniz Feneri savcıları değiştirildikten 2 ay sonra, bugün tahliye haberleri geldi. Adamlarda artık ''Dur çaktırmayalım'', ''Lan üzerimize gelmesinler?'' endişeleri de kalmadı. Koşturuyorlar atlarını... Valla enteresan. Sinirlenesim falan da gelmiyor. Üstteki karikatür gibi geliyor artık gündemdeki gelişmeler. Adamlar yarın çıkıp ''Lan taşak geçiyoruz 9 yıldır ya.. Ama bak inandın di mi? asdfhuegnwerg'' dese şaşırmayacağım.

    Karikatür de daha bir manalı olmuş şimdi. Penguen'in 8 eylül 2011 Perşembe günü sayısından.

                                                                                                                                 -Alper-
                                                                                                  http://twitter.com/#!/alperbeker

Yarın Vizyona Girecek Filmler

  Kötü havalar kendini gösterince dışarıda yapılacak en güzel aktivitelerden biridir sinemaya gitmek. Filmler dandik olsa bile..  Bu hafta nispeten ilgi çekebilecek, gidilip görülebilecek birkaç film giriyor vizyona.

CONTAGION
  Imdb Puanı: 7.2

   İnsanlara solunum yoluyla geçen ölümcül bir virüs hızla yayılırken, bu virüse karşı dünyaca ünlü uzmanların bir araya gelip durumu kontrol etme çabasını anlatıyor film. Ben izlemedim pek tarzım olmadığından. Hoşuma gideceğini sanmıyorum... Çünkü Soderbergh sinemasına ısınamadım kendimi bildim bileli. Ama ilgilisi olursa diye buraya da geçiyorum. Nitekim filmin kadrosu da hiç fena değil: Jude Law, Matt Damon, Kate Winslet, Laurence Fishburne ve Gwyneth Paltrow gibi Amerikan pop corn sinemasının popüler yüzleri var. Ekimin başından beri dünyayı dolaşan film yarından itibaren buralarda da vizyonda. Meraklısına duyurulur...

Yönetmen: Steven Soderbergh
Senaryo: Scott Burns



PARANORMAL ACTIVITY 3

   Boku çıkan korku/gerilim filmi ekolünün son halkası Paranormal Activity'nin 3. filmi yarın tüm dünya ile aynı anda Türkiye'de vizyonda. 14 Ekim'de Rio de Janerio Uluslararası Film Festivali'nde gösterilen filme dair pek olumlu yorumlar duymamıştık. Aşağı yukarı ne göreceğimizi tahmin ediyorum da aslında.

  Konusundan bahsetmek gerekirse; bu filmde Katie ve Kristi'nin çocukluklarına, her şeyin başlangıcına gidiyoruz. Malum paranormal güç 2 kız kardeşe musallat oluyorlar falan... Önceki 2 filmi izleyenler zaten az çok senaryoyu kafalarında canlandırıyorlardır. Rio'dan sonra gelen haberler de pek farklı bir şeyle karşılaşmayacağımızı gösteriyor zaten.

 Neyse filmin yönetmen koltuğunda bu kez 2 yeni yetme; Ariel Schulman ve Henry Joost oturuyor. Sinemada izleyeceğimi sanmıyorum ama, alışkanlık hesabı nete düşünce bir gün çerez niyetine seyrederim.

Yönetmen: Henry Joost, Ariel Schulman
Senaryo: Christopher P. Landon, Oren Peli


Bu filmlerin yanında,  Adana Altın Koza'da programda yer alan ilginç bir yakın tarih filmi Türk Pasaportu, Abd'de gişede başarı sağlayan Conan The Barbarian, Türkiye, İrlanda, Macaristan, Hollanda ortak yapımı ''İstanbul'' ve İngiltere'de çok büyük bir ilgi gören çocuk kitabı ''Horrid Henry The Movie'' nin aynı isimli sinema uyarlaması yarın vizyonda olacak. İzleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler...
  
                                                                                                                  
-Alper-
http://twitter.com/#!/alperbeker

20 Ekim 2011 Perşembe

Bir Devrin Sonu...


  Kaçınılmaz son gerçekleşti. Kaddafi sizlere ömür... Kendisinden nefret etsem de öldürülme şekline üzüldüm. Maalesef ölmesi de Libya'da olumlu yönde bir şeyler değişeceği anlamına gelmiyor. Emperyallerin at koşturma vakti geldi.

Bir Efsane'nin Hikayesi : Steve Jobs & Apple

Steve Jobs'u bilmeyen yoktur sanırım. Apple'ın kurucularından biri olan Jobs ölümüne yakın bir süreye kadar aynı zamanda şirketin CEO'suydu. Yaşamı boyunca yaptığı birçok yenilikçi tasarımıyla teknoloji dünyasının devlerinden biri oldu. Bu adamın hayatından kısaca biraz bahsedeceğim. 


Steve Wozniak ve Steve Jobs
Jobs Amerika'lı bir anne ve Suriye'li bir babadan dünyaya geldi. Daha sonra başka bir aile tarafından evlat edinildi. (Nedeni hala bir sır.) Çocukluk arkadaşı olan Steve Wozniak (iPhone, iPod gibi cihazların isim babasıdır.) ile 1974 yılında Homebrew Computer Club'ta toplantılara katıldılar. Bu sırada Cap'n Crunch lakaplı John Draper ile tanıştılar. John Draper, Cap'n Crunch kutularından çıkan düdüklerin ses frekansının AT&T komünikasyon şirketinin uzun mesafeli görüşme denetleme frekansı olduğunu fark eder. Woz (Wozniak) ile "blue box" isimli bir kutu geliştirirler. Bu kutu sayesinde uluslararası ücretsiz telefon görüşmeleri yapabilmeyi sağlarlar. Woz ve Jobs bu kutuları satarak para kazanmaya başlar. İlk denemelerini Papa'yı arayarak yaparlar. 


#Apple Kuruluyor#


Blue box satışlarından sonra Jobs ve Woz parasız kalıp çeşitli işlerde çalışırlar. Daha sonra Wozniak'ın yalnız başına yapmaya başladığı şeye Jobs da katılır. Ve Apple'ın ilk kişisel bilgisayarı yoldadır. Ama ortada bir sorun vardır ki bu Wozniak'ın HP ile sözleşmesinin olmasıdır. Jobs duyunca çılgına döner ve Wozniak HP'ye ortaya çıkarttıkları ürünü kabul ettirmemek için ikna etmeye gider. Bu çok basit olur, çünkü o sıralarda kişisel bilgisayar fikri insanlara çok saçma gelmektedir. Küçücük bir garajda 2-3 arkadaşlarını daha dahil ederek bilgisayarlarını yapmaya başlarlar. Bir bilgisayarı Homebrew Computer Club'a götürürler ve beklemedikleri bir ilgiyle karşılaşırlar. O gün ellerine yalnızca bir tane olan bilgisayardan tam 50 tane sipariş alırlar.


Apple küçük garajında harıl harıl çalışmaya başlamışken bir ziyaretçi gelir. Bu adamın ismi Mike Markkula'dır. Apple'a yatırım yapmak istediğini söyler ve bir süre sonra Jobs bu teklifi kabul eder.


Apple'ın Ürettiği İlk Bilgisayar
Bu sıralarda ise Steve Jobs sayesinde hayatının servetini kazanacak olan Bill Gates MITS'e yazılım (BASIC) hazırlamaktadır. İş olur ve  Gates okulu bırakıp Microsoft'u Albuquerque'de küçücük bir ofiste arkadaşı Paul Allen ile kurmaktadır.


#Apple Büyüyor ve Gizli Düşman Gates, Jobs'la Tanışıyor#


Jobs'un en büyük hatası hırsıydı ve bu ona milyonlar kaybettirecekti. Şirketin akıl almaz büyümesinin yanı sıra Jobs'un başka sorunları da vardı. Sevgilisi ondan bir çocuğu olduğunu iddia ediyordu. Ama Steve sanırım kendini baba olmaya hazır hissetmediğinden çocuğu reddetti. Jobs en büyük düşmanı olarak  IBM'i görüyordu, ama bilmediği bir şey  vardı ki o da Microsoft'un acımasızca onları sömüreceğiydi. Jobs yenilikçi ve zeki biriydi.


O sıralarda ilk Grafik Arayüz Birimi'ni Woz ile hazırladı. Xerox ilk fareyi geliştirmişti. Fakat Xerox yöneticileri bu garip şeyin ne olduğunu, ne işe yarayacağını idrak edememişlerdi. Jobs hemen bu fırsatı değerlendirdi. Xerox yöneticileriyle anlaşarak fareyi onlardan almayı kabul ettirdi. Bu sıralarda ilk çocuğu Lisa dünyaya geldi. Jobs piyasaya sürecekleri yeni bilgisayarlarına Lisa ismini verdi. 


Ve bir gün Gates, Steve ile tanışmaya geldi. O sıralarda IBM'e DOS işletim sistemini hazırlamışlardı. (İşin aslında Seattle'daki bir yazılımcıdan işletim sistemini alıp üzerinde biraz oynayarak IBM'e satmışlardı.) Gates zeki biriydi ve Steve'in IBM düşmanlığını biliyordu. Jobs'a yardım ederek IBM'i birlikte yok edebileceklerine ikna etti. Ve piyasaya çıkmasına henüz bir yıl olan Macintosh prototipini kapmayı başardı.


#Windows Çıkıyor ve Apple'da Büyük Fırtınalar Kopuyor#


Gates Windows'u Mac'den önce piyasaya sürmeyi başardı ve Apple'ın en büyük rakibi oldu. Bu sıralarda Jobs'un davranışları ve şirketteki büyük parçalanmalar yönetim kurulu başkanı John Sculley'in Jobs'u kovmasına neden oldu. Woz, Jobs'un hırçın davranışları ve büyük para kazanmanın sorumluluğundan çekinerek Apple'dan ayrıldı.


Jobs başarılı bir yapım şirketi olan NeXT'i kurdu. Bu şirketi de zekasıyla büyütmeyi başardı. Daha sonradan 1999 yılında Jobs tekrar Apple'ın CEO'luğuna getirildi. 


Çalkantılı geçen bir hayatın ardından 2004 yılında pankreas kanserine yakalandı. 5 Ekim 2011 yılında hayatı sona erdi.


*İyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar.*
Pablo Picasso


Uzun bir yazı oldu ama ilgilenenlerin hoşuna gideceğini düşünüyorum.
#Sencer#

Sefiller'in Fantine'i Anne Hathaway

  The King's Speech ile geçen sene Akademi Ödülleri'nde  en iyi yönetmen heykelciğini evine götüren Tom Hooper, bu kez Victor Hugo'nun efsane eseri Sefiller için kolları sıvadı. Hooper'dan pek hazetmesem de bu filmin hazırlık sürecindeki disiplin ve ciddiyeti güzel bir iş ortaya koyacağını gösteriyor.

   Daha önce Jean Valjean karakterini canlandıracak başrolün Hugh Jackman olacağını öğrenmiştik. Bana göre Victor Hugo'nun çizdiği en başarılı karakterlerden biri olan polis müfettişi Javert rolünde ise yine pek hazetmediğim Russell Crowe karşımızda. Aynı zamanda Madam Thenardier'le Helena Bonham Carter da kadroda.


  Eseri çok sevmeme rağmen filmde bu noktaya kadar sevmediğim oyuncular(Helena dışında) yer alıyordu. Gelen son habere kadar.. ''Beyaz kadın'' severlerin en büyük favorilerinden, aynı zamanda perdedeki performansıyla da son yıllarda hızla yükselen Anne Hathaway de son olarak kadroya katılan isim. Hathaway, Fantine karakterine hayat verecekmiş. Eseri okuyanlar Fantine'in Hathaway için ne kadar çetin bir sınav olacağını tahmin edebilirler. Natalie Portman'ın Black Swan ile rüştünü ispat etmesinden sonra bir diğer ''romantik komedilerin iyi oyuncusu'' etiketli yıldız Anne Hathaway'den de aynı başarıyı bekliyorum.

 Hathaway'e yıllardır güzelliğinden dolayı sempati duyar, hiçbir filmini izlemezdim. Şimdi izlenebilecek filmlerde de oynamaya başlamasıyla tadından yenmez bir kadın oldu. Bilenler bilir; Hathaway Christopher Nolan'ın gelecek sene vizyona girecek 'The Dark Knight Rises' ında da yer alacak. Böylece bu 2 filmle kariyerini çok daha farklı bir yola sokmuş olacak. Ne diyelim... Ailecek severek izliyoruz.

Bu arada filmin adı: Les Misérables ve 2012'nin 2. yarısında vizyonda olacak.

http://twitter.com/#!/alperbeker

19 Ekim 2011 Çarşamba

Yine Yokuz ilk 400'de

 Son yılların klasik geyiği ''Bizim üniversiteler dünyada ilk 500'de yok amk'' şenlikleri yine başladı. Bir gün o listede ilk 500'e bizim okullardan birinin girdiğini görürsem, asıl o zaman şaşırırım zaten. Çok severiz kendimizi dünyanın en stratejik noktası, en önemli devletlerinden, en gelişmekte olan ülke olarak görmeyi falan. Eğitim politikası devletlerin aynasıdır ayılar. Hala 3. dünya ülkesi standartlarında eğitim kurumlarımız. Neyse eğitim sistemi falan onlar daha derin konular yazasım yok şimdi. Haberi geçmek için yazıyorum şu an.

  Listenin zirvesinde burun farkıyla Harvard ve Massachusetts Institute of Technology'i geride bırakan Cambridge varmış. Tarihi, vasfı, niteliğiyle yeryüzündeki birçok ülkeden daha değerli Cambridge. Görmek nasip olur umarım bir gün. Cambridge'i 1. yapan burun farkı da %0.7lik fark yani öğrenci - öğretim görevlisi oranıymış. Bu ülkedeki akademik çevreler, umarım takip ediyorlardır şu raporları.

 İlk 10 şu şekilde:
1- University of Cambridge - İngiltere
2- Harvard University - Abd
3- Massachusetts Institute of Technology (MIT) - Abd
4- Yale University - Abd
5- University of Oxford - İngiltere
6- Imperial College London - İngiltere
7- University College London - İngiltere
8- University of Chicago - Abd
9- University of Pennsylvania - Abd
10- Columbia University - Abd

ccc copy paste değil, alın teri. ccc
Ayık olun
.http://twitter.com/#!/alperbeker

Kanla Beslenen Şovenler ve 24 'Can'

 ''Ateşi harlı delikanlılar. Ne şehit, ne kahramanlar... Düşmansız bir savaşta, düştüler kalkmayacaklar.''

   Yukarıdaki sözler Teoman ve Mor ve Ötesi'nin Erdal Eren ile, Erdal Eren'in öldürdüğü yalanının kamuoyuna yutturulduğu genç asker anısına yazdığı şarkının sevdiğim sözleridir. Ne zaman malum bölgeden bir can kaybı haberi gelse, aklıma gelir bu sözler.

 Pkk bu sabah hükümetin ve Abdullah Gül'ün son dönemdeki ''Kürt politikası''na bu sabahki karakol baskınlarıyla cevap verdi. 5 Pkk'lıyla beraber 24 askerin de hayatını kaybettiği söyleniyor. Fakat kuvvetle muhtemel ki sayı daha fazla. Pkk ile yakınlığıyla bilinen Fırat News, bir askerin telsizdeki ifadeleri ve Pkk'nın bugünle ilgili yaptığı açıklamayı kaynak alarak ölü sayısının 100'ün üstünde olduğunu yazdı. Durum gerçekten çok acı, çok üzücü... Bu acıya saygımdan dolayı üzerine çok konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum.

   Benim asıl kafamı kurcalayan facebook/twitter ortamından vatan kurtaran, özellikle Twitter'dan yaşanan acıyla ilgili insanlara şovenizm, kan kokusu, saldırganlık aşılayan lavuklar. 2 profile ayrılıyor bu tipler: ergenler ve hala ergenliğin kafasını yaşayanlar. Neymiş; Atatürk 1 subay ölünce ''Menemen'i yıkın.'' demiş. Vay vay vaymış... Neymiş; kandil basılmalıymış da bu iş halledilmeliymiş, neymiş; çözüm aramak manasızmış, hepsinin derisini düzmek lazımmış. Bunların kafasını yaşayan arkadaşlara her şeyi anlatmadan önce şunu söylemek lazım: ''Kandil'i basıp yerle bir edebilecek olsaydın, çoktan yapmıştın arkadaşım.''

  24 saat ''asalım, keselim'' çığırtkanlığı yapan bu salatalara ''3 tanesinin ismini say'' desek, maalesef bilmez. Neden? Çünkü o arkadaş insanın değil, sloganın derdinde. Çünkü o arkadaşın derdi giden can değil, sanal ortamdan milliyetçi egosunu yükseltmek. Çünkü o arkadaş için giden 'can' değil, bıdı bıdı edilmesi gereken yeni bir konu. Evet ''bıdı bıdı''yla özetliyorum twitter/facebooktan koparılan feryatları. Neden mi? Çünkü konuya dair derin bilgi yok, çözüm önerisi yok. ''Yav bu adamların derdi ne?'' demek yok, teori yok. Varsa yok vatan millet sakarya...


 İşte burada asıl acı olan şu maalesef: Bu bahsettiğim arkadaşlar için önemli olan giden ''can'' değil, giden canın milliyeti, uğrunda öldüğü devlet vs.. Bu yüzden bu lavuklar ''Şu savaş bitsin artık!'' demek yerine ''Kandili basarız!!!!!111birbir'' diyebiliyorlar. Olay birilerinin ölmesi, ocaklara ateş düşmesi falan değil, olay: Pkk'nın her saldırıda bu arkadaşların ulusal egolarını, milliyetçilik dürtülerini ezmesi. Bu kadar geniş kitlelerdeki genel kompleksin sebebi budur. Farkında olsunlar ya da olmasınlar giden cana değil, ezilmekte olan aidiyet duygularına üzülüyor insanlar. Bu durumu uzaktan izlerken de çıldırasım geliyor işte. Ölen insanlara bir saygısızlık olarak görüyorum bu samimiyetsizliği. İyi ki açmışım şu blogu da içimizden geçeni 140 karaktere takılmadan ifade edebiliyoruz.


Kim okuycak bunu amk diyen ibneler için özet: Anan zaaaa xd


                                                                                                                                                                                                                                                 http://twitter.com/#!/alperbeker

15 Ekim 2011 Cumartesi

John Cazale

Sadece 7 filmde oynamış büyük bir yetenek. Erken sonlanmış bir kariyer ve yaşam.

John Cazale 1935'te doğmuş, İtalyan asıllı bir oyuncudur. İsmi pek bilinmez. Onu hatırlayanlar genellikle The Godfather I ve II'den hatırlarlar. Yirmili yaşlarındayken geliri çok iyi olmayan bir aileden geldiğinden dolayı ne iş bulsa yapmış ve oyuncu olmak için çabalamıştır. Bu işlerinden birinde Al Pacino ile tanışmış ve ölümüne kadar sürecek bir arkadaşlık başlamıştır.
Al Pacino ile birkaç tiyatroda oynamıştır. Bu oyunlardan birini Francis Ford Coppola izler ve Pacino'yu ve arkadaşı Cazale'yi Godfather'da oynatmayı düşünür. Ama tereddütleri vardır. Fakat filmi çektiğinde anlayacaktır yerinde bir karar verdiğini.

#The Godfather#





















The Godfather'da üvey evlat konumundaki Fredo Corleone rolüyle çıkar izleyicilerin karşısına. Don Corleone 3 oğula sahiptir. En büyükleri olan Fredo baba vefat ettikten sonra onun yerini alamaz, yerine sinirlerine hakim olamayan ortanca çocuk Sunny geçer. Sunny'nin ölümünden sonra yerini Pacino (Michael Corleone) alır ve serüven devam eder.

Cazale oynadığı filmlerde hep yan rollerde oynamıştır. Godfather Part II'deki oyunculuğuyla sinema izleyicilerini kendine bağladı. Küba'daki yıl başı partisinde dans ederlerken Pacino'nun Cazale'yi öpüp 'I knew Fredo, It was you. You broke my heart, you broke my heart!' dediği sahne filmin efsanevi sahnelerindendir.

Salak görünüşünden ve ezilmişliğinden canı sıkılıp zeki olduğunu kanıtlama çabasına giren Fredo filmin sonunda öldürülür. Gerçekten kendini çok benimseten bir oyuncu bence. Öldürüldüğünde üzülmüştüm.

#The Conversation#


















Part II'den önce The Conversation isimli filmde rol alan Cazale, filmde Stan isimli bir dinleme elemanını canlandırır. Yine yan roldedir. Baş rolde arkadaşı Gene Hackman vardır. Filmde önemsenecek bir rolü yoktur ama bu filmde de oynamasını ister Ford Coppola. Pek sesi çıkmayan ezilen eleman rolünün önemini anlar.

#Dog Day Afternoon#



Bir sonraki filmi ise Dog Day Afternoon olur. Gerçek bir hikaye diye hatırlıyorum bu filmi. Filmde Al Pacino ile baş rolleri paylaşır. Diğer filmlerinde olduğu gibi çıkıp gelmiştir sanki karşımıza. Yine sesi pek çıkmayan ama sevecen bir adam olarak. Filmde Sunny (Pacino) şişman bir kadınla evli olan fakat bir erkeğe aşık olan eşcinsel bir adamı canlandırır. Sal (Cazale) ise onun yakın bir dostudur. Karısının (eşcinsel sevgilisi) cinsiyet değiştirme ameliyat parasını bir bankayı soyarak elde etmeyi düşünen Sunny, sadık dostu Sal'a bu fikri anlatır ve Sal da kendisi için önemli olmasa da arkadaşı için bu işe girişir. Filmde ikisi de kimseye zarar vermemiş olmalarına rağmen bir kurban gerekiyordur ve bu kurban da tabii ki John Cazale olacaktır.

#The Deer Hunter#
























John Cazale'nin son filmidir Deer Hunter. Filmde yine sönük bir rolü üstlenir ama bu sefer gerçekten sönük bir haldedir çünkü kanser hastalığının son evrelerini yaşamaktadır artık. Filmi çekerken bir çok kez hastalanır. Bunun üzerine yönetmen Michael Cimino filme onsuz devam etmeye karar verir. Zaten filmde çok az görünmektedir Cazale. Nişanlısı Merly Streep bunu kabul etmez ve Cazale ayrılırsa kendisinin de ayrılacağını söyler ve filmde kalırlar ikisi de.

Deer Hunter'ı çektikten bir süre sonra (1978) yaşama gözlerini kapatır Cazale. Geride çok güzel filmler bırakmıştır bizlere. Çok iyi dostluklar edinmiş, güzel bir hayat yaşamış, erkenden ayrılmıştır aramızdan.



Üstadı saygıyla anıyoruz...

#Sencer#




14 Ekim 2011 Cuma

Fatih Ne Zaman Adam Olur?

   Fatih Altaylı hep büyük Türkiye medyasının küçük bir fotoğrafı gibi görünmüştür gözüme. Ama omurgasız, liboş bir ''devir adamı'' oluşundan değil; kendisini bildim bileli ilgi delisi, patron yalakası, medya bilinci bulunmayan ''gazeteci'' görüntüsüyle bu kanıyı yaratmıştır bende. Bayılır sansasyona, konuşulmaya, ''farklı'' bir şey söylemeye vs.. Neyse zaten şu adam üzerine yazı yazarak harcadığım zamanın burukluğunu hissederken, bir de geçmişinden falan bahsederek şu değersiz yazıyı uzatmak istemiyorum. Bilen bilir bu şahsın kim olduğunu, ne olduğunu zaten..

Hebe höbö diye haber sunuşuna değinmek isterdim de öhm neyse mevzuya dönelim. Şimdi olayları en baştan değil de, 1 hafta önceden; Fatih Altaylı'nın ertesi gün yazısından ele almak lazım. Duyarlı teşhirci dostumuz, kadına şiddet dediğimizin gözü morarmış bir kadından ibaret olmadığını bizlere göstermek için o fotoğrafı buzlamadığını söylüyor. Mantık doğru, uygulama yanlış... Yani kadına şiddete, ya da şiddetin kendisine kamuoyunda yüzeysel bir bakış olduğu doğru. Fakat buna tepki göstermenin, ya da bu duruma dikkat çekmenin yolu bu değil.

  Kaldı ki mantığının doğru olduğunu kabullensek de, Fatih Altaylı'nın o işi tamamen öyle bir niyetle yapacak bir adam olmadığını da biliriz. Alacağı tepkiyi tahmin etti evet, ama bu tepkiyi almaktaki amacı ilgiyi kadına şiddete değil, daha önce 1000 defa olduğu gibi kendi üzerine çekmekti. İlginç bir ego var bu arkadaşta. Bir fikir düşüyor aklına, doğruluğuna inanıyor ve ifade etme ihtiyacı hissediyor doğal olarak. Buraya kadar sıkıntı yok. Fakat iş ifade etme aşamasına gelince yıllardır elinden geldiği kadar en aşırı, en sansasyonel, en ilgi çekici yolu seçiyor. O yüzden o manşeti ilk gördüğümde hiç şaşırmadım, yapsa yapsa Fatih'in yapacağı bir iş zaten bu... Bir kadın vücudunun teşhiri üzerinden fikrini belirtme ihtiyacı hissedecek kadar ezik bir gazeteci olmuştur her zaman.

  Olay bu boyutlarıyla sıradan bir ''gazeteci'' bok yemesi. Alışılagelmiş durumlardan biri... Farklı isimlerle, farklı benzerlerini defalarca yaşadık zaten kokuşmuş medya sayesinde. En yakın örnek Defne Joy Foster'ın ölümünden sonra memleketin bir diğer ünlü ayısı Hıncal Uluç'un ettiği deli saçması laflardır. Neyse...

   Benim bu fotoğrafı ilk gördüğüm andan itibaren yaklaşık 1 saat Fatih Altaylı'ya aralıksız küfretmeme sebep olan o halde teşhir edilen kadının fotoğrafını gördüğüm an değil, gözümü gezdirmeye devam edince yandaki satırlarda okuduğum ''2 çocuğu'' ifadesidir. Zaten kadına, insana yapılan bir terbiyesizlik, bir ''gazeteci'' ayıbı var ortada. Bir de üstüne bu kadının 2 çocuğu olduğunu öğreniyoruz. Ve bu haberi manşetten veren şahıs o çocukların psikolojisini, o fotoğrafı görme ihtimalini ya da ileride o fotoğrafa bir şekilde ulaşmaları durumunda iç dünyalarında neler yaşayabileceklerini hiç düşünmüyor. Bu kadar basit bir şeyi düşünemeyen lavuk da memleketimde ''gazetecilik'', ''kadına şiddet'' ahkamları kesiyor. Her gün köşesinde ''Ne zaman adam oluruz?'' onu anlatıyor. İşte böyle rezil bir adam yıllardır bu ülkede ''gazeteci'' diye saygı görüyor ve bence yazının başında dediğim gibi Türk haber medyasının küçük bir fotoğrafını oluşturuyor.

  Biz ne zaman oluruz bilmiyorum da senden hiçbir zaman adam olmaz ayı Fatih. Mayan bozuk...